Bir sene öncesinde inanılmaz hareketli olan tersaneler bu günlerde bom boş.
Geçen sene bu zamanlarda Tersanemizde beş projenin üretildiği dört kızakta bu sene bir proje bile yok. Yaklaşık 500 kişinin çalıştığı yerde şimdi çalışan sayısı 150 kişiyi bulmuyor.
İşlerin aniden kesilmesi sonucuda, elimizdeki projelerle bir süre idare edebildik. Projeler tamamlanıp teslim edildikçe Tersanenin sabit giderlerini bile karşılayamaz hale geldik. Çok zor olmasına karşın yapacak başka bir şey kalmamıştı. Kadroda azaltma yapmamız gerekiyordu.
Bin bir güçlükle bir liste hazırladık.
Listedeki çalışanlar tek tek çağrılarak, teşekkür edip işler açıldığında tekrar işe alma sözü verilecek ve iş akidlerinin sona erdiği bildirilecekti.
Görev, İnsan Kaynaklarına verildi.
Kaderin cilvesi, geçen sene binbir rica ile kadromuza aldığmız montajcı İbrahim Usta’da listedeydi.
Sıra O’na gelmişti. Tertemiz işbaşısı ile dimdik ayakta duruyordu.
Oturması söylendi.
Dikkatlice oturdu.
Ufak tefek kavruk biriydi. İnanılmaz ölçüde sakin ve sessizdi.
Hiç isyan etmedi, işten çıkışını büyük bir olgunlukla kabul etti.
Her şeyi unutmuş, kaderine teslim olmuş birini izliyordum.
Kasvetli bir yaz gününde, işten çıkarılmanın hüznünü bütün onuruyla taşıyordu.
Cebinde ekmek alacak parasının olup olmadığını bilmiyordum.
Hatta şekerleme bekleyen torunlarının olup olmadığını da bilmiyordum.
Ancak ekmek parasını onuruyla kazanmak isteyen, işten çıkarılınca yavşayıp yalakalık yapmayan bir adamı izliyordum.
İbrahim Usta hiç konuşmadı, hiç itiraz etmedi.Yanındakilerin görevini yaptığını biliyordu.
İşbaşının cebinden eskimiş ama özenle katlanmış bir mendil çıkardı.
Burnunu siliyormuş gibi yaparak kimselere göstermek istemeden göz yaşlarını sildi…
Etrafındaki bizlerin farkında bile değildi. Önüne uzatılan evrakları imzalama çabası içindeydi.
Yanına yaklaşıp elini sıktığımda bile yüzüme bakmadı, sadece “hakkını helal et abi” demekle yetindi.
Yazın ortasında gökyüzü gri bulutlarla kaplı… Yağmur yağdı yağacak…
Sıkıntılı bir hava, sıkıntılı bir ortam…
Yüreğimde ince bir sızıyla hayatın gerçeğini bir kez daha kabullendim. Hayat hiç kimseye adil davranmıyordu. Susmuş, susturulmuş, işten atılmış beş parasız kalmış huzursuz bir sürü insanın hayattan kopmalarını izliyorduk…
* * *
Huzursuzluk…
Kitaplar, huzursuzluğu “belirsiz bir durumdan duyulan rahatsızlıktır, en tipik göstergesi ise insanların hiçbir şeyden zevk alamamalarıdır” diye tarif ediyor..
“Huzursuz bir insanı rahatlatmanın yolu, ona korkularının abartılı olduğunu, kısa zaman içinde her şeyin istediği biçimde gerçekleşeceğini söylemektir” diye devam ediyor.
Peki, işten çıkarıldığını öğrendiğinde iki damla gözyaşını utanarak silen İbrahim Usta’ya korkularının abartılı olduğunu söyleyebilirmiyiz?
En kısa zamanda herşeyin düzeleceğini, isteklerinin arzuladığı biçimde gerçekleşeceğini söyleyebilirmiyiz?
En kısa süre?..
Bir ay mı? beş ay, bir sene, üç sene mi?... Ne kadar?
Hadi söyleyebildik diyelim,
İbrahim Usta’yı bu şekilde teselli etmek doğru olurmu?…
“En kısa süre” diye onu yanıltmış olmazmıyız?
Geleceğe ilişkin bu iyimser tahminlerimiz onu en kötü sona karşı hazırlıklı olmaktan alıkoymaz mı?
Filozof Seneca bu tür durumlara ilişkin olarak şunu düşünmemizi istiyor:
“Evet, muhtemelen kötü şeylerle karşılaşacağız ama bunlar aslında korktuğumuz kadar da kötü şeyler değil. Kaygılarımızdan kurtulmak istiyorsak, korktuğumuz şeyin başımıza geldiğini düşünelim.
Arzularımız gerçekleşmediği taktirde nelerle karşılaşabileceğimizi şöyle mantıklı bir şekilde düşünürsek, yaşayabileceğimiz sorunların,
yol açtıkları huzursuzluğa kıyasla çok daha küçük olduklarını görürüz.”
Filozof ne söylemişse doğru söylemiştir.
O zaman biz de İbrahim Usta’nın nelerle karşılaşabileceğini mantıklı bir şekilde düşünelim;
İşten çıkarıldı. Beş parasız kaldı…
Hadi bu ay idare etti…
Önümüzdeki ay; 460 lira ev kirası. Okullar açılıyor, üç çocuk için defter, kitap, önlük, ayakkabı en az 300 lira. Elektrik, su, telefon, tüp 100. Kredi kartı 150. Bakkala borç birikti, ona da 200 vermek lazım…
Hasta kayınbirader, ihtiyar anne….
Evde yedi nüfus… Günde 15 ekmek. 80 kuruştan, ayda 360 lira yalnız ekmek parası!..
Pazar parası, yol parası, doktor, ilaç…..
Ne etti? Hesaplayalım mı?
* * *
Konunun özü biraz ürkütücü…
Eğer bir halkın bütün endişesi, korkusu, bütün derdi günlük ekmek kaygısına indirgenmişse, o halk ekmeğin hangi yolla geldiğini tartamaz, düşünemez, önemsemez…