Islak bir geceyi kucaklayan gemi kuzeye, İngiltere’ye doğru yol alıyordu. Batan güneşin kırmızı ışınları, gökyüzünün yüklü yağmur bulutlarına gebe, aşağılara kadar sakmış karnı üzerinden, zaman zaman bir yer bulup ışıldayabiliyordu. Geminin baş tarafından esen rüzgar şiddetini iyiden iyiye artırarak denizin üstünde beyaz köpükler oluşturmaya başlamıştı. Miyar güvertede, her kuvvetli esintiyle yukarı kalkıp sonrasında aşağıya inen bir sac parçası monoton bir sesle patırdıyordu. Karanlık indikçe ortalık daha da koyulaşmış, hafiften bir yağmur çiselemeye başlamıştı. On gündür Atlantik’te seyir halindeki yorgun gemi, oflaya puflaya, günde otuz beş ton kömür yakarak saatte 6 mil gidebilmenin derdindeydi. Ne güneşin batışı, ne rüzgarın şiddeti ne de dalganın yüksekliği onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu... O, direniyor, çabalıyor, kontrol edilebilmesi mümkün olmayan evrenin gücüne karşı, yol almak için olanca gücüyle savaşıyordu… Herkes gibi ben de akşam yemeğimi yemiş, kamarama kendi geceme çekilmiştim. Kanepeye uzanmış hafif uykulu, düş kurarak dinlenmeye çalışıyordum. Kazan önünde, aşırı sıcak yüzünden takunya ile dolaşmak zorunda kalan ateşçiler, vardiya sonunda biriken kül ve cürufu denize atmak için güvertede yürürken çıkardıkları takunya sesleri vardiya değişim saatinin yaklaştığını anımsatıyordu ve ben düşlerime ara vermek zorunda kalıyordum.* * *O dönemlerde; Teknolojiye paralel olarak gemilerin fiziki durumlarının değişimi ile birlikte yok olup giden, vardiya teslim almanın ve teslim etmenin yazılı olmayan kurallardan oluşan bir ritüeli vardı. Vardiya teslimleri bu ritüele uygun yapılırdı. Önce kazan dairesine uğranır önceden aşağı inmiş olan ateşçilerden kazanların iyi olduğu, ocak ızgaralarının sarmamış olduğu raporu alınırdı. O dönem gemilerindeki en kötü arıza, kazan borularından birinin ya da bir kaçının kaçırmasıydı. Bu hiç istenmeyen olay başa geldiğinde, kazan devreden çıkarılır, kaçıran boru ya da borular cehennemliğe girilerek tapalanırdı. Çok sıcak olan cehennemlikte tapalama işlemi sonunda tapa yapan kişinin vücudu o kadar şişerdi ki, girdiği yerden çıkamazdı. Ancak üzerine tutulan deniz suyu ile vücut normale döner ve kazandan dışarı çıkılabilirdi. Vardiya teslimindeki ikinci adımda; ana makine yataklarının, şaft yataklarının ve şaftın denize çıkış yatağının elle sıcaklık kontrolleri yapılırdı. Şaftın pelesenk ağacından yapılmış denize çıkış kovan yatağının ısınmasını önlemek için, kovandan geminin sintinesine hafifçe deniz suyu sızmasına izin verilirdi. Aynı zamanda tüm şaft yataklarının soğutulmasını sağlayan deniz suyu da doğrudan sintineye akardı. Bu yüzden sintineler çok çabuk dolardı. Vardiya teslimindeki son aşamada sintineler kontrol edilir. Kuru ve temiz teslim olmasına dikkat edilirdi. Sintinenin basılması başlı başına bir olaydı. Genellikle pompa devreleri çürümüş olduğu için özellikle de alıcı devrelerinde façuna yapılmış yamalar bulunurdu. Bu devrelerdeki bir delik veya çatlak yüzünden saatlerce süren çalışma sonrasında bile hava yapan yerin bulunması tesadüflere bağlıydı. Bu yüzden sintine basılamaması ve dolayısı ile vardiyanın teslim edilememesi ihtimali doğardı ki bu da vardiya zabiti için büyük itibar kaybı demekti... * * *1970’li yıllarda çalıştığım gemilerden birinde, izine ayrılmadan önceki son seferimi yapıyordum. 12-04 vardiyası tuttuğum koca gemide okullu olarak iki kişiydik. Kaptan ve Ben… Çarkçıbaşı subay emeklisi, İkinci ve Dördüncü Çarkçı pratikten yetişmiş vardiya zabitleriydi. Ben Üçüncü olarak çalışıyordum. Aklı başında bir yağcıyla birlikte vardiyanın başından sonuna kadar oturmadan koşuşturuyor, yine de vardiya bitimine kadar işlerimizi yetiştiremiyorduk. Bir de fırtınaya yakalanmışsak, vay halimize. Kesif bir yağ, sitim karışımı ıslak hava kokusu ile sallan yuvarlan vardiya tutardık. Bu son seferde sintine basmak, aslında basamamak, benim kabusum olmuştu adeta. Geceleri aklımdan çıkmıyordu. Uyuyamıyordum. Sintineyi basamıyorduk. Vardiya boyunca uğraşıyorduk ancak basamıyorduk. Pompa hava yapıyor diye her vardiya defalarca pompayı ve alıcı valflarını söküp takıyorduk. Nafile, sintinedeki suyu basamıyorduk… Yağcı ile birlikte sintinede sürünerek tüm alıcı devreleri takip ediyorduk. Yok, delik yok, çatlak yok, ya da biz bulamıyorduk. Aynı şeyleri defalarca deniyorduk, olmuyordu… Vardiyayı İkinci Çarkçıdan teslim alıp 4. Çarkçıya teslim ediyordum. İkinci çarkçının meydandaki işleri fazla olduğundan genellikle vardiya işlerine zamanı kalmıyor, sintine basmak da dahil çoğu işlerini bana bırakıyordu. 4. Çarkçı ise şahsına münhasır bir adamdı. 40’lı yaşlarda, kırçıl bıyıklarının üstünde çipil gözlerini kırpmadan bakan, kalın parkesi omzunda, ayakkabıların arkasına basan, ağızlıkla sigara içen bir Karadenizliydi. Okullu olduğum için olacak ki, bana karşı son derece saygılıydı. Vardiyayı teslim almaya geldiğinde utanarak sintineyi basamadığımı söylediğimde; “Önemli değil Çarkçım, siz merak etmeyin ben hallederim… diyerek dolu sintineyi sorun yapmadan vardiyayı teslim alırdı. Bir vardiya, iki vardiya derken artık dolu sintineli vardiya teslimi normal olmaya başladı. Ben uğraşıyorum ama basamıyordum. O, sintineyi dolu teslim alıp İkinci Çarkçı’ya kuru teslim ediyordu. Nasıl beceriyordu bilmiyordum ama meraktan da çatlıyor utandığım için de soramıyordum. Bir gün, vardiyayı yine dolu sintine ile teslim ettim ve “Allah selamet versin” diyerek yukarı çıkıyormuş gibi yaptım. İkinci kattaki hava şişelerinin arkasına saklandım. Amacım, sadece sintinenin nasıl basıldığını görmekti. Eksik yaptığımız neydi? Onu öğrenmek istiyordum. 4. Çarkçı beni göremiyordu ama ben onu rahatça görebiliyordum. Cebinden bir sigara çıkardı, ağızlığına yerleştirdi. Sigara uzun süre ağızlıkta kaldı, yakmadı. Neden sonra cebinden çakmağını çıkardı ve sigarasını yaktı… Keyifle içti… Yağcıyı çağırdı. Çay getirmesi için yukarı gönderdi. Sonra sırtındaki parkesini çıkardı, oturduğu sandalyenin arkasına özenle astı. Makine dairesinin kıç tarafına doğru yürüdü. Sintine sacını kaldırdı, etrafı kolaçan etti. Görünmek istemiyordu sanki. Kimsenin olmadığından emin olduktan sonra arka cebinden tahta bir tapa çıkardı. Sintineye eğildi ve tahta tapayı bir yere yerleştirdi. Sintine sacını kapattı. Döndü, yerine oturdu, yağcıyı beklemeye koyuldu. Yağcı su bardağına koyduğu çayla geldi. Çayına 4 şeker atan Çarkçı’nın keyfine diyecek yoktu. Bitaraftan çayını karıştırırken diğer yandan da o koca göbekli vücuduyla bağdaşmayan ince sesi ile yağcısına talimat veriyordu…“İsmail Usta, pompanın havasını çıkar, sintineyi bas…” Yağcı pompayı çalıştırıp havasını çıkardıktan sonra sintineyi basmaya başladığında Çarkçı keyiften bir sigara daha yakarak büyük bir gururla onu izliyordu. Şaşkın bir durumda sesimi çıkarmadan yukarı, kamarama çıktım. Bu sefer de meraktan uyku uyuyamadım. Ertesi gününü zor ettim. Zamanından önce makine dairesine inerek İkinci Çarkçı’dan vardiyayı teslim aldım. Rutin işlerimi tamamladıktan sonra doğru kıç tarafa gittim ve malum sacı kaldırdım. Sintineye indim. Pompanın ana alıcı deresi önümde duruyordu. Bu devreyi en az 20 kez yağcı ile birlikte kontrol etmiş bir şey bulamamıştık. Ancak borunun bir yeri vardı ki orasını gözle kontrol etmek mümkün değildi. Elimi uzatarak borunun ulaşılamayan yerlerini okşar gibi kontrol etmeye başladım… O da ne!.. Borunun gözle görülemeyen o kör noktasında, parmak girecek kadar bir delik vardı. Delik o kadar düzgündü ki, sanki bilerek açılmıştı! Bizi günlerce uğraştıran, uykularımızı kaçıran, argo tabiri ile karizmayı yerle bir eden şeyin, pompanın alıcı devresindeki bu küçücük delik olduğuna inanamıyordum… Evet, durum anlaşılmıştı… Dördüncü Çarkçı, o deliğe özel olarak hazırladığı kavelayı* arka cebinde taşıyormuş. Vardiyayı teslim aldığında bir fırsatını bulup kimseye görünmeden bu tahta tapayı alıcı devredeki deliğe yerleştiriyor, sintineyi bastıktan sonra delikten çıkarıp tekrar arka cebine koyuyormuş. Biz de dört saat boyunca uğraşıyor, kan ter içinde kalıyor ama alıcı devresindeki o delik yüzünden pompa hava yaptığından sintineyi basamıyormuşuz… * * * Çok şaşırmadık. Yani, öyle donup kalmadık. Böyle olayların denizde olabileceğini dinlemiştik yaşlı denizcilerden… Peki, bu durum nasıl açıklanabilirdi? Tüm dürüstlüklerden ötede bir yaşamın parçası olarak mı, yoksa ezilmişliğin dışa vurumu ya da sevgisizliğin getirdiği bir yalnızlık olarak mı? Demem o ki; Hayat film gibidir aslında ama filmler bazen hiç de hayat gibi değildir. Düzenli, başı sonu olan, tutarlı, niyeti belli ve bir mesaj içeren filmleri izlediğimizde tatmin oluruz. Ama hayat böyle midir? Tutarlı mıdır? Niyeti belli midir? Hayır… Sadece bir şeyler olur, başımıza bir şeyler gelir ve bu başımıza gelenler bazen çok ilginç bazen çok üzücü bazen de çok saçma olur. Bunlar bizi karamsarlığa düşürmemeli. İnsanlık idealinin yüceltilmesinde, iyi niyet var. İnsanların arsında kötülerin olması, bu iyi niyeti ortadan kaldırmaz. Dünya yalnız iyilik ve güzelliklerle, ya da yalnız kötülük ve çirkinliklerle dolu değil. Bulunduğumuz yeri iyi seçersek, iyilere ve güzelliklere yakın oluruz. Ama ötekilerden de kurtulamayız. *Kavela; Boru ve saclarda oluşacak deliklerdeki su kaçaklarını kesebilmek için acil olarak uygulanabilecek bir ucu sivri olan tahta tapayı,