Organize olmak, canlılar dünyasında hayatta kalabilmenin en önemli unsurudur.
İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli özellik, mükemmel bir sosyalleşme yeteneğine sahip olmasıdır. Ve çok barizdir ki, birlikte hareket etmeyen, her kafadan ayrı sesin çıktığı yapılanmalar amaçlanan hedeflere ulaşamazlar.
Gelişmiş toplumlarda insanlar, yaşadıkları çağın sorunlarıyla mücadele ederken bu sorunlarını bireysel olarak çözme noktasında zorlandıklarında bir araya gelerek çözmeye çalışmışlardır. Çoğu zaman bu uğraşılar verimli sonuçlar doğurmuş yada yeni yolların açılmasına sebep olmuştur.
Sorunların niteliklerine göre bu bir araya gelmeler sonucunda siyaset yapmak için "Partiler" kurulmuş, hayatın diğer kısımları için "Dernekler", "Vakıflar", "Meslek Odaları" gibi yapılar oluşturulmuştur.
Ülkemizde de bu tipte örgütler vardır ve çoğu zaman başarılı olduklarını söylemek mümkündür. Ancak yeterli olduğunu söylemek ise pek mümkün değildir.
Peki nasıl oluyor da, sorunlarımızı çözmek için bir araya gelerek tam ve güçlü bir örgüt kurup mücadele etmekte bu kadar güçlük çekiyoruz?
Hatta kurulmuş örgütlere destek verme aşamasında, “Oda bana ne verdi ki, ben Odaya destek vereyim” diyebiliyoruz…
Eminim bu konuda herkesin bir fikri vardır ancak biz de konu hakkında dilimizin döndüğünce açıklama yapmaya çalışalım.
Örgütlerin sosyolojik varlıklar olarak incelenmeye başlanması çok yeni sayılmasa bile bir çalışma alanı olarak ortaya çıkışları 1940’lı yılların sonlarına doğru olmuştur.
Bunun öncesinde örgütler çeşitli disiplinlerin çalışma alanı içerisinde değerlendirilmiştir.
Örneğin, kriminologlar; hapishaneleri,
siyaset bilimciler; siyasi partileri,
endüstri sosyologları; fabrikaları ve işçi sendikalarını incelemişlerdir.
Ancak, bu çalışmalarda nadiren örgütler hakkında genellemelere rastlanmıştır. Diğer bir deyişle, çalışmaları yapanlar, hapishaneleri, siyasi partileri, fabrikaları, incelemişler ancak örgütleri incelememişlerdir.
Henri Fayol , Gulick ve Urwick gibi yönetim kuramcıları bazı genel yönetim ilkeleri ortaya koymaya çalışmışlardır. Ancak bu kuramcıların çalışmaları deneye veya paylaşılan bilgiye dayalı olmaktan çok, genel özellikler göstermektedir. Örgütlerin daha verimli ve etkili olmaları için nasıl olmaları gerektiği üzerinde durmuşlardır.
Çağımızda modern teknolojinin hızlı gelişme göstermesi, ona koşut olarak örgütsel yapı ve anlayışta birtakım gelişmeleri de zorunlu kılmıştır. Ancak şu anda bile çağdaş örgüt kuramının sınırlarını çizmek ve kesin çizgilerle belirlemek oldukça güçtür, çünkü sürekli yeni yaklaşımlar ve teknikler ortaya konulmaktadır.
Gerek ülke bazında, gerekse küresel anlamda örgütsüz bir yapılanma ile gerçekçi ve amaca yönelik hiçbir etkinlik sağlanamayacağı açıktır.
Devlet örgütünün sağlam olmadığı yerde, kamusal alanda sorunlar yaşanacağı, zaman zaman uluslararası alanda prestij ve hak kayıplarının yaşanacağı;
Tüketici derneklerinin bulunmadığı yerde çok önemli bir kesim olan tüketicilerin görüş ve önerilerini ilgili noktalara ulaştırılamayacağı;
Üretici örgütlerinin olmadığı yerde tek tek tarla ve çiftliklerin denetlenemeyeceği açıktır.
Meslek odalarının bulunmadığı veya etkin olmadığı durumlarda da; en basit ifadesi ile sayıları on binlerle ifade edilebilecek meslek sahiplerinin görüş ve önerileri alınmamış, onların etkin ve yetkin çalışma koşulları yerine getirilmemiş olacaktır.
Örgütleri vazgeçilmez kıldığımızda insanın var oluşunu da bu vazgeçilmeze bağlamamız gerekir. Diğer bir deyişle, “insan örgütler olmadan var olamaz” varsayımını kabul etmek zorundayız. Hiç kuşkusuz, böyle bir kabul, örgütlerin tıpkı aile, klan, toplum, devlet gibi sosyolojik varlıklar olduğunu teyit edecektir. Buna rağmen, örgütlerin insan hayatında yaşamsal bir öneme sahip olup olmadıkları tartışmaya açıktır.
Örgütlerin yaşamsal öneme sahip olmadıklarını düşünsek bile, onların insanoğlunun en büyük keşfi olduğunu, onlar olmadan ateş, tekerlek ve diğer önemli keşiflerin yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasından fazlasına hizmet edemeyeceğini iddia edebiliriz.
Diğer bir ifadeyle örgütler olmadan insanoğlu uygarlıklar yaratamazdı da diyebiliriz.
Ancak, örgütlerin sosyal hayatın her alanında insan yaşamını etkilediği ya da bazılarının tabiriyle bir şeyleri insanlara hastalık gibi bulaştırdığı noktasında, ister kamu kurumu niteliğindeki meslek odaları olsun; isterse dernekler gibi tamamen kamu alanı dışındaki yapılanmalar olsun, ülkemizde, sivil örgütlenmelere daima ihtiyatla yaklaşılmış, zaman zaman muhtemel sorun odakları olarak görülmüşlerdir.
Günümüzde varılan noktada, AB ülkeleri veya ABD gibi demokrasi ve insan haklarına yönelik tartışmaların da artık yoğun bir biçimde gündeme oturduğu ülkelerde sivil örgütlenmenin önemi her geçen gün vurgulanmakta ve sivil örgütlüğün özendirilmesi ve güçlendirilmesi için yoğun çaba harcanmaktadır.
Ülkemizde yaşananlar düşünüldüğünde ise örgütlere özellikle de emek ve meslek örgütlerine çok fazla görev ve sorumluluk düştüğü açıktır.