Saçları koyu yeşil defne yaprağından olan bir adam tanımıştım... Açık yeşil değildi, yaşı oldukça ileri olmalıydı? Yüzüne baktığında insan tam bir tahminde bulunamıyordu... Onu ilk gördüğümde eski bir fotoğrafa bakıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu...
“Özür dilerim!”
“Özür dilerim!”
“Özür dilerim...”
Bir ölüden dilenen özür ne denli anlamlıdır bilemiyorum, ama saçları defne yapraklarından olan bu adam durmaksızın böyle fısıldıyordu işte...
Oldum olası bencil bir insanım ben... Acıyı da tatlıyı da paylaşmayı pek bilmem... Sadece dikildim karşısında... Işığı titreyen bir sokak lambası gibi ürkek, öylece titreyerek boylu boyunca durdum. Çoktan yitip gitmiş bir gerçekliğin polaroid gölgesine tutunmuş öylece ağlıyordu adam. O ağladıkça defne yaprağı saçlarında çiğ damlaları beliriyordu...
“Git buradan...” dedi. İkiletmedim.
Şu Dünya da hakkıyla becerebildiğim tek bir şey varsa o da gitmektir benim... Kapıyı dışarıdan kapatırken saçlarını hışırdatan rüzgâr arasında bu özrün sebebini duydum belli belirsiz... “Doğru zamanda orada olmadığım için özür dilerim.”
Kapıyı dışarıdan kapattım...
Daha fazla defne yaprağı görmek istemiyordum...
Salon girişi oldukça serindi... Kapıyı kapar kapamaz ürperdim...
Alışkın olmadığım bir akşamüstü serinliği... Bu evin üzerine ölü toprağı serpilmişti... Ve saçları darmadağın bir kız geniş antrede, kondurma bir masanın üzerinde yığınla kitap içerisine gömülmüş çalışıyordu... Saçları kestane rengiydi...
Bir anda içimi odanın serinliğinden de kötü bir ürperti kapladı! Tahmin edilemez bir refleks ile başımı yukarıya kaldırıp avizeye baktım. Deprem oluyordu... İçimde tarifsiz bir ölüm korkusu... Hayalime sığdıramayacağım bir hızla önce sokak kapısına, sonra masa başında o sallantıda çalışmaya çalışan dağınık saçlı kıza baktım.
“Hay lanet olsun!” sarsıntı şiddetlendi! Ve hangi akla hizmetse soluğu kapıda değil kızın yanında aldım.
“Çabuk ol! Benimle gel! Ev birazdan çökecek!” dedim.
İlk defa kaldırdı başını kalın kitabının arasından, yer sistem bilimine dair eski bir kitaptı bu... Levha Tektoniğini anlatıyordu. Tamamen yabancısı olduğum bir evde hiç tanımadığım bu kıza bağırmaya başladım.
“Yahu ne duruyorsun? Çabuk ol! Elimi tut, çıkalım buradan deprem oluyor!”
Dağınık saçlarının arasından kestane gözleriyle bakıyordu bana...
“Korkma... Deprem değil bu, ev çökmeyecek...”
Durup hafifleyen sallantıya ve boydan boya çatlayan duvarlara baktım...
“Sadece stresten ayağımı titretiyordum.” Dedi kız. “Seni korkuttuysam özür dilerim... Ne yaparsam yapayım okuldakiler kadar iyi olamıyorum, her şeyi sıfırdan inşa etmeye çalışıyorum... Ve bu yetersizlik duygusu hep evin sallanmasına neden oluyor...”
Aklımı kaybetmeden öylece durabilmek için ciddi bir çaba sarf ediyordum...
“İyi de bu gerçek bir deprem değilse, duvardaki bu çatlaklar da neyin nesi?”
Sarsıntı neredeyse durmuştu... Kız, dingin bir ifadeyle gülümsedi.
“O mu?... Ona takılma... O sadece bir anı... 17 Ağustos depreminden... Birazdan annem gelir... Sorun yok...” ve yeniden kitabına gömüldü... Levha tektoniği... Duvarları titreyen bir evin antresinde böyle bir tiple baş başa olmak tedirgin ediciydi... Bir adım geri çekilip duvarlara
baktım... Gerçek mi hayal mi bilmem ama bir an için orada olmayan bir kadın sesi duyumsadım.
“Yok kızım! Yok bir şey; haydi kardeşinin elini tut! Çıkacağız bu evden....”
Ses, önce yankılı bir çığlık gibi duyulmuş, sonrasında bir fısıltı gibi kaybolmuştu... Kız, gülümseyerek başını bir kez daha kaldırdı,
“Demiştim sana, bak annem geldi...”
Ürkerek bir adım daha geri çekildim... O ise çoktan kitabına geri dönmüş ve levha tektoniğinin derinliklerinde kaybolup gitmişti...
Buz camdan bir penceresi olan antre kapısını kapatıp, bu tuhaf kızı arkamda bıraktım. Salona geçebilmem için koridoru yürümem gerekiyordu... Adım attıkça kavrulan çıraların çıtırtısı kulağıma doluyor, ince bir alev sarısı yolumu aydınlatıyordu....
Bazen korkmak, yürümeye engel değildir?
Temkinli adımlarla devam ettim yürümeye... Kapı, ürkütücü bir gıcırtıyla aralandı... Odanın ortasında alev alev yanan kitapların dumanı tavana ulaşmıştı...
“İçeri gel” dedi tok bir ses...
Bazen inanamayacağım ölçüde itaatkâr olabilmem beni bile şaşırtır?
Tereddütsüz adımlarla içeri girdim...
“Hoş geldin...” dedi ses çok uzaklardan... Alevin arkasına baktığımda siyah bir berenin ardında yorgun ve inatçı bir düşünce gördüm...
“Kitaplarımı yakan ben değildim.” Dedi...
Birlikte ateşin başına karşılıklı oturduk... Ama bana asla yüzünü göstermedi... Alevin gölgesi altında, asla onu tam seçemeyeceğim bir mesafede duruyordu. Ara ara duman göğsümü sıkıştırıyordu...
“Kitaplarını kurtarmayacak mısın?” diye sordum...
Siyah dumanın ardında, eğdiği siyah bereli başını havaya kaldırarak,
“Gerek yok.” Dedi... “Ben bir düşünceyim ve o kitapların hepsi zaten zihnimde... Yanan alev sadece öfkemi biliyor ve unuttuğumda gerçekleri hatırlamam için bana ışık tutuyor...” Gülümsediğini; gölgelenmiş yüzünde beliren beyaz dişlerini görünce fark etmiştim... Kederli bir tebessümdü bu... Böyle anlarda pek konuşmam... Usulca doğrulup gitmek için hazırlandım... Anlamıştı, ama pek bozuntuya vermedi... Giderken gördüğüm son şey yanan kitaplarının alevinde tatlı bir sigara yaktığıydı... Düşündüm... Sene 1980 falan olmalıydı? Odanın kapısını kapatırken, bu cehennem alevinin ortasında onu yapayalnız bıraktığım için beni affetmesini diliyordum...
Tüm bu olanlar beni biraz ürkütmüştü... Soğuk suyla yüzümü yıkamak için hızla banyoya yöneldim ve çıktığım odanın karşısında duran kapıyı büyük bir açlıkla, hızla açıverdim!
...Yüzümde buz gibi tuz tanecikleri...
“İskele alabandaaaaaa!”
Sadece araba çarpma deneyimi olan insanların anlayabileceği türden bir uyuşma, tüm vücudumu ele geçirmişti...
“İskele alabandaaaaaa!”
Bir anda elimden sıkıca kavrayan bir el, beni içeriye doğru çekiverdi!
“Neler oluyor! Neler oluyor? Heyyy!”
Bu odanın kapsısı fırtınalar içinde kalmış eski bir kuru yük gemisine açılmıştı...
İşte şimdi, 9 şiddetindeki bir fırtına da yarı beline kadar dalgalara gömülmüş olan bu geminin içinde küçük bir kız çocuğu gibi hüngür hüngür ağlıyordum...
Tuhaf?
Yanaklarım ıslandıkça burnuma taze bir defne kokusu geliyordu...
Duvara sabitlenmiş evrak dolabı müthiş bir gıcırtıyla yerinden ayrılarak yere devrildi... Harita masası üzerinde duran paralel cetvel, gönye, kör pergel ve birkaç lacivert dosya ayaklarımın altında sancak – iskele savrulup duruyordu...
Attığım ince çığlığı benim dışımda duyan olmamıştı... Herkes o kadar meşguldü ki! Römorköre verilen halat, ırgatın ana parçalarından biriyle beraber kopmuştu ve baş tarafta bir can pazarı yaşanıyordu... Bir kalkış manevrası olmalıydı bu? Zira hiçbir liman kendisine sığınan bir gemiye bu denli kötü davranmazdı? Evet, evet... Kesinlikle bir ayrılış manevrasının içindeydim... Köprüüstünde tanımadığım bir sürü insan... Makine telgrafının ışıkları gözlerimi sabitleyebildiğim tek gerçeklikti... Bir an için saçları defne yapraklarından olan o üzgün adamın yanında olmayı ya da müthiş bir sarsıntı içinde levha tektoniği çalışan kızın yanında olmayı diledim... Kitapları ateşe verilen o düşüncenin yanına dönmek fikri, bu kusursuz fırtınada dalgalarla boğuşan bu geminin içinde olmaktan pek farklı hissettirmiyordu...
Neyse ki ben bu gelgitler arasında savaş verirken serdümen, iskele alabandayı basıverdi... Dümen bu komutu dinlemeyi nihayet kabul etmişti... Sallantı yavaş yavaş diniyordu.... Zemin boyunca sancak iskele savrulan eşyalar hızını kaybetmiş ve o ürkütücü gıcırtılar yerini geçici bir sessizliğe bırakmıştı...
Nefes alamıyordum... Kaptanın ve köprüüstünde bulanan zabitanın yüzüne bakmaksızın sancak kırlangıca açılan kaportadan hızla dışarı fırladım... Rüzgârın uğultusu dinmişti... Ve fırtınada yüzüme vuran tuzlu su zerrecikleri hala yanaklarımdan süzülüyordu...
İçimde akıl almaz bir sıkıntıyla banyodan dışarı çıktım...
Nişanlım, kılkuyruk emlakçıyla birlikte bahçe kapısı girişinde beni bekliyordu... “Nasıl, hanımefendi? Evi beğendiniz mi?” diye sordu emlakçı...
Gözlerimi kaçırarak bahçedeki yalancı papatyalara baktım ve
“Üzgünüm” dedim. “Bu evi satın almak istemiyorum.”
Nişanlım, emlakçının da rahatça duyabileceği rahatsız edici bir fısıltı ile “saçmalama” dedi. Anlaşılan ben odaları gezerken oldukça sıkı bir pazarlık etmiş ve fiyatta anlaşmışlardı... Açıklaması güçtü, bilemedim...
Emlakçının elini sıkarak, “bu evin içerisinde çok fazla yaşanmışlık var” dedim.
Sonra da defne yaprağı kokan serseri bir rüzgârın peşine takılıp, o sır dolu evi; ona sahip olmak isteyen bu genç adamla birlikte sonsuza dek terk ettim...