Rengârenk balıkçı tekneleri kol kola girmiş gün batımını izliyorlardı...
Başımı kaldırıp şöyle bir baktım pencereden… Daha önce böylesi cıvıl cıvıl renklerin denizde bir araya geldiğini hiç görmemiştim… Marmara Denizi’nde tekneler hep beyaza çalardı çünkü… Kirli havanın, yoğun deniz trafiğinin, sıkıntının, usantının bir araya getirdiği eski püskü teknelere alışıktı gözlerim… Burası ise bambaşka bir Dünya gibiydi… Rengârenk teknelerin ardında serin bir kuzey rüzgârı ile kımıldanan Karadeniz’e bakarken kendimi bir gökkuşağının içinden sihirli bir deniz krallığını izler gibi hissediyordum…
Rakımı su bardağına tokuşturarak,
“Sinop’a!” dedim.
Şehire kendi üslubumla merhaba dediğim bu sırada elinde kocaman tepsisiyle genç bir delikanlı yanımda belirdi.
“Buyurun hanımefendi, iskorpitiniz hazır.”
Bu mevsim Sinop’ta iskorpit balığı şefin tek tavsiyesiydi…
Gün batımını izleyerek ızgara iskorpitten bir lokma aldım. Pencereden içeri giren rüzgâr, cezaevinin kederini hala beraberinde taşıyor ve sofranın üzerinden süzülüp geçerken canım iskorpitin tadını buruklaştırıyordu…
Ayaklarım Sinop Kalesi’nin eğri büğrü merdivenlerini inip çıkmaktan yorgun düşmüştü, öyle ya neredeyse son 3000 yılın yorgunluğunu taşıyordu bu Kale… Kim bilir tarih boyunca kaç denizciye liman olmuş, kaç gemiyi fırtınalardan korumuştu bu kıyılar? Kale’nin tepesinden uçsuz bucaksız Karadeniz’e bakarken limanın şimdiki dinginliğinin tadını çıkarıyor, çağlar boyunca tanık olduğu fırtınaları hayal ediyordum. Gözlerimi kapattığımda eski denizcilerin yelkenle, kürekle aştığı dev dalgaların sesini işitiyordum sanki… Çağlar boyunca binlerce denizcinin korkuyla, özlemle sığındığı Sinop’u o haliyle bir kez görebilmeyi o kadar isterdim ki…
“Bir yudum da bu kıyıdan gelip geçmiş tüm denizciler için olsun…” dedim.
Solumda Sinop Liman Başkanlığı, sağımda tüm heybetiyle Sinop Kalesi ve ardımda insanın yüreğini titreten hüznüyle Sinop Cezaevi ile bu fakir rakı sofrasında dört kişiydik sanki… İskorpitin yarısı bitmeye durmuşken arka fondan eski bir Zeki Müren şarkısı yükselmeye başladı. Ancak televizyonda büyük bir heyecanla yayınlanması beklenen haberin araya girmesiyle elbet bir gün buluşacağız diyemeden orta yerinde kesildi şarkı…
“Yahu ne oldu?” diye söylendim kendi kendine.
Televizyonun sesiyle uğraşan garson büyük bir heyecanla,
“Bu sabah festival için çekim yapmışlardı hanımefendi, bizim restoran da çıkacak!” dedi.
Merakla televizyona baktım,
“Ne festivali bu?”
“Helesa” diye yanıtladı garson. “Sinop’ta halk geleneğine dönüşmüş bir denizcilik festivali.”
“Denizcilik festivali mi?”
Garsonun cevaplamasına gerek kalmadan ekranda sevimli bir kadın beliriverdi.
“Merhaba sayın seyirciler,
Sinop’ta bu yıl da halkın büyük katılımıyla gerçekleşen Helesa festivali için hazırlıklar başladı! Bilindiği üzere, yelkenli zamanında fırtınaya yakalanan gemilerin Karadeniz’de sığınacağı tek liman olan Sinop, denizcilerin son umuduydu!
Efsaneye göre, bir kış gününde, yelkenli bir gemi fırtınaya yakalandı ve Sinop limanına sığındı. Haftalarca burada mahsur kalan gemide zamanla kumanya tükendi ve açlık baş göstermeye başladı. Tayfalar dilenmek istemedikleri için de kimseden bir şey isteyemediler. Bir gün kaptanın aklına yiyecek bulmak için bir fikir geldi ve tayfalarına hemen bir filikayı süslemelerini söyledi. Tayfalar süsledikleri filikayla, gece yarısı ellerinde fenerlerle Sinop’a indiler ve kent içerisinde çeşitli maniler söyleyerek dolaşıp halktan yiyecek istediler. Bunu gören halk da filikayı yiyeceklerle doldurdu ve böylece denizciler açlıktan kurtuldular.
İşte her yıl bu olayı anmak için Sinoplular tarafından düzenlenen Helesa festivali bu yıl da büyük bir coşkuyla kutlanıyor.[1] Şimdi sözü Sinop halkına bırakalım, işte bir sahil lokantasındayız…”
Spiker, mikrofonu oturduğum lokantanın işletmecisine uzatırken tabağımda duran küçük ayrıntıyı fark ederek irkildim. İkiye katlanmış küçük bir kâğıt parçası iskorpitin içinde duruyordu. Çatalımı masaya bırakarak kâğıdı büyük bir ciddiyetle açtım.
“Gece yarısı limanda ol…” yazıyordu. Kâğıdı avucumun içinde buruşturarak ayağa fırladım, böyle bir şey kabul edilemezdi! Dört iri adımda girişe ulaşarak,
“Bu nasıl bir rezalet!” diye kükredim. “Kim bu terbiyesiz? Ne hadle böyle bir şey yapabilir? Nasıl bir lokanta burası yahu?”
Öfkeyle, kasada dikilen mahcup delikanlıları süzerken restoranın işletmecisi büyük bir nezaketle beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Sakin olun hanımefendi, bu terbiyesizliği kim yaptıysa bulacak ve derhal işine son vereceğim. Sizin masanızla ilgilenen arkadaş hangisiydi?”
Yüzünde dehşet dolu bir ifadeyle ne yapacağını bilemeyen delikanlı,
“Vallahi ben yapmadım abla!” diye derdini anlatmaya çalışıyordu. O şaşkın ifadesini gördüğümde bu terbiyesizliği yapanın o olmadığını zaten anlamıştım. Diğer garsonlar da aynı şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlardı? Bir açıklama bekliyordum ama tuhaf bir şekilde cevabın bu delikanlılarda olmadığını da anlamıştım.
Mekânın sahibi yaşlı ve ton ton bir adamdı ve benim hiddetli sesimin yankısıyla üst kattan inip soluğu yanımızda almıştı. Beyaz kaşlarının altında büyük bir mahcubiyetle bakıyordu bana,
“Bir yanlış anlaşılma olmalı kızım? Bu gençlerin çocukluğunu bilirim, hiç biri böyle bir çiğlik yapmaz.”
Kapı girişinde neye uğradıklarını anlayamadan birbirine bakan garsonlara bir kez daha baktım ve notu yırtarak mekân sahibi amcaya uzattım.
“Lütfen otur kızım.” dedi yaşlı adam. “Yemeğine devam et. Ve izin ver, bu nahoş durumu telafi etmek için sana bir Sinop kahvesi ikram edeyim.”
“Rica ederim. Hiç gerek yok” diye yanıtladım.
Yaşlı adam üzülmüştü…
“Bu lokanta babamındı hanım kızım ve şimdiye kadar çok şükür ki hiç kimse buradan kötü bir anıyla ayrılmadı. Lütfen ikramımı kabul et ve bu yaşlı adamı kırma. Söz veriyorum bu kâğıt her neyin nesi ise durumu çözeceğim.”
Zoraki bir kabulle başımı sallayıp yeniden masama oturdum. Ana haber bültenindeki Helesa röportajı bitmiş Zeki Müren’in sesi yeniden masalar arasında dolaşmaya başlamıştı. Ancak salatadan bir çatal almak için tabağa uzandığım sırada Zeki Müren’inkinden çok daha farklı bir ses işittim…
“Çocukları boşuna mahcup ettin. Şimdi mutlu musun?”
Bir hışımla geri çekilerek etrafıma bakındım ve herhalde yan masalardan biri fikrini yüksek sesle beyan ediyor diye düşündüm? Yeni bir olay çıkarmamak için oldukça temkinli davranıyordum. Hiç bir şey duymamış gibi yeniden salataya uzandım. Ancak bu sesin sahibi her kimse oldukça küstah biriydi ve beni çileden çıkartmak konusunda ısrar ediyordu. Zira tabağa uzandığım sırada kendisini çok daha yakından bir kez daha işittim.
“Hey sana diyorum! Ukala hanım! Buradayım, aşağıya bak.”
Dehşet dolu bir ifadeyle gözlerimi hafifçe aşağıya doğru kaydırdım ve oracıkta çığlığı basmamak için ağzımı bir elimle sıkı sıkı kapattım. Bu küstah sesin sahibi tabağımda yarısı yenmiş şekilde uzanmakta olan iskorpitten başkası değildi çünkü!
“Yo!... Yo!… Yoo!… Bu kadarı gerçek olamaz?” diye fısıldadım kendi kendime…
Tabağımdaki İskorpit ise alaycı alaycı gülümsüyordu.
Gözlerimi iyice ovuşturarak bir kez daha baktım. Ve sadece kendi duyabileceğim bir sesle,
“Rakı! …” diye mırıldandım. Rakıyı fazla kaçırmış olmalıyım? Kesinlikle rakıdan olmalı bu!”
“Sanmam” dedi İskorpit, kendinden emin bir şekilde.
“Pardon?”
“Rakıyla bir alakası yok, buraya kendi isteğimle geldim ben! Ama bu not işi tamamen kaptanın fikriydi…” dedi.
Etrafı dikkatle kolaçan edip usulca tabağa doğru eğildim. Yarısını yediğim iskorpitle tamamen göz gözeydik şimdi!
“Nasıl yani?”
“Ben ona direkt konuşayım demiştim, ama o bunun ürkütücü olacağını düşünerek not yazmak istedi.” dedi.
“Sende kimsin? Ne kaptanı? Neden bahsediyorsun yahu?”
“Helesa’dan bahsediyorum elbette!”” dedi iskorpit. “Kaptan bu gece gemicileri, süsledikleri bir kayıkla şehire gönderecek.”
Yan masalardan birkaçının irite edici bakışlarla beni süzdüğünü hissediyordum. Kimle konuştuğumun anlaşılmaması için ağzımı siler gibi yaparak peçeteyi dudaklarımın üzerine kapattım. O şaşkın pembe suratına baktıkça iskorpitle konuşuyor olmak o kadar da korkunç görünmüyordu artık.
“Biliyorum, az önce haberlerde izledim.” diye yanıtladım. “Halk bu yıl da festival için büyük hazırlık yapıyormuş”
İskorpit kocaman açılmış gözlerini kısarak,
“Ben festivalden bahsetmiyorum” dedi. “Festivalin doğmasına sebep olan gemi bu gece limanda olacak. Kaptan orada olmanı istedi ve bende sana bunu haber vermek için geldim.”
Bu cümleleri pembe suratlı bir iskorpitten değil de normal bir insandan duysam bardağımı onunkine tokuşturur ve “Hadi canım” derdim? Ancak içinde bulunduğum durum düşünülünce gece yarısı o limanda olmak için müthiş bir istek duymaya başlamıştım.
“Peki, gideceğim” dedim. “Yalnız bir sorun var.”
“Nedir?” diye sordu iskorpit.
“Şu saatten sonra seni yememi beklemiyorsun herhalde? Ancak seni tabakta bırakırsam gecenin sonunda ya çöpe gidecek ya da bir kedinin midesinde ineceksin.”
Komik pembe suratında keyifli bir tebessüm belirdi o an.
“Bunu dert etme, çaktırmadan beni denize bırakmayı başarabilirsen vücudum denizde kendini yenileyecektir.”
Gülümseyerek başımı salladım, bir yandan da alaycı bir ifadeyle iskorpite takılıyordum.
“Anlaşılan sihirli bir balıksın… İyi ki senden birkaç çatal daha almamışım desene?”
“Bunun için minnettarım.” dedi iskorpit. Yüzünde serseri, bitirim bir sırıtma vardı.
Peçeteyi masanın üzerine bırakarak dikkat çekmeden pencereyi hafifçe araladım. Neyse ki oturduğum masa denize sıfır, cam kenarı bir noktadaydı. Etrafı iyice kontrol ederek kimsecikler görmeden tabağı pencereden aşağı sıyırdım. İskorpit suya daldığı an pulları su yüzeyinde bir ışık demeti gibi parıldadı ve tam pencereyi kapatacakken, pembe kafasını yeniden su yüzeyine çıkararak bana seslendi,
“Hey! Ukala hanım!”
Bu hitap şekline bozulmaya başlamıştım.
“Yine ne var?”
“Karadeniz’in delikanlıları utangaçtır, üstüne bir de sen mahcup ettin çocukları. Lütfen kalkmadan önce git de onların gönlünü al.”
İskorpit tam bir baş belasıydı… Bir kaşımı ciddiyetle havaya kaldırarak
“Emredersiniz.” diye takıldım.
“Emir değil, bir rica…” dedi pembe balık. Ve ardından “Hadi eyvallah!” deyip, Karadeniz’in karanlık sularında kayboldu…
Gülümseyerek pencereyi kapattığımda elinde bir fincan Türk kahvesiyle masanın kenarında duran yaşlı adamın şaşkınlıkla bana baktığını fark ettim.
“Her şey yolunda mı hanım kızım?”
Hiç bozuntuya vermeden,
“Yolunda amcacım” dedim. Tartıştığımız an ki sinirimden eser yoktu ve bu durum restoran sahibini de oldukça rahatlatmıştı. Kahveyi masaya bırakarak,
“Afiyet olsun” dedi. “Biraz oturabilir miyim?”
Adamcağız belki de son on yılın en büyük mahcubiyetini yaşıyordu? Yazılan notun çalışanlarla ilgisi olmadığını anlayınca içimde bu ton ton ihtiyara karşı büyük bir vicdan azabı duymaya başlamıştım.
“Elbette amcacığım, buyur.” dedim.
Kaşlarını havaya kaldırarak gözlerini masaya doğru eğdi ihtiyarcık.
“Teşekkür ederim kızım. İnan ne diyeceğimi bilemiyorum, daha önce böyle bir şey ne duyuldu ne görüldü bu mekânda… Çok mahcubum sana karşı, hem restoran hem de çalışanlar adına senden özür dilerim.”
Vicdan azabından kıvranıyordum… Bu temiz kalpli adamın gözlerine baktıkça içimde kaynayan suçluluk duygusu buhar olup kulaklarımdan basınçla dışarı taşıyordu sanki… Üzerine bir de başı öne eğik halde yanımdan geçip giden garsonları gördükçe kalbim, defalarca katlanmış bir gazete kâğıdı gibi buruş buruş oluyordu.
“Lanet olsun…” diye geçiriyordum içimden… Ama işin aslını da bu insanlara anlatamazdım ki? Bu defa tam bir kaçık olduğumu düşüneceklerdi?..
“Ulan iskorpit, ne işler açtın başıma!”
“Nasıl dedin kızım?”
Son cümleyi biraz yüksek sesle düşünmüş olmalıydım? Nasıl toparlayacağımı bilemeyerek,
“İskorpit.” dedim. “Çok lezzetliydi, ellerinize sağlık… Hatta tadı o kadar güzeldi ki, öncesindeki tatsız olayı hatırlamıyorum bile.”
Yaşlı adam büyük bir mutlukla gülümsüyordu,
“Çok sevindim! Afiyet olsun.”
Direkt olarak söyleyemediğimi içten bir tebessümle ifade etmek dışında bir çarem yoktu.
“Teşekkür ederim amcacım. Hem o talihsiz olay için de lütfen üzülme, bir yanlış anlaşılma olduğu gayet ortada. Bu şekilde tepki verip arkadaşları da utandırdığım için asıl ben sizlerden özür dilerim.”
İçtiğim Türk kahvesinin boşunu alan garson, söylediklerimin ardından iç rahatlığıyla derin bir nefes almış gibiydi.
Hesabı ödeyip, suçluluk duygumu bastıracak iyi bir bahşiş bıraktıktan sonra mekânın ton ton sahibinin elini sıkarak restorandan ayrıldım. Liman yoluna giden karanlık dar sokaklardan birine girerken Zeki Müren’in yıllar öncesinden yükselen sesini hala duyabiliyordum…
***
Kısa bir süre sonra restorana dair her şey geride kaldı…
“Geceyarısı limanda ol…”
Artık odaklandığım tek şey buydu. Her ne kadar kırmızı kafalı bir iskorpitin lafına inanıp yollara düşmek kendimden şüphe etmeme sebep olsa da bir vapuru yakalayacakmışçasına koşturuyordum. Ya yetişemezsem?...
Akşam yemeği, plana dahil olmayan Türk kahvesi ve iskorpitle yaptığım sohbetten ötürü düşündüğümden çok daha uzun sürmüştü. Ve Sinop halkı Helesa Festivali için yollara döküldüğünden ne kadar hızlı yürüsem de kalabalığa karşı kayda değer bir mesafe kat edememiştim. Bu arada gece yarısına da fazla bir zaman kaldığı söylenemezdi. Rengârenk fenerleri ile coşkulu şarkılar söyleyen Sinopluların arasından, onlara eşlik edemeden hızla geçip gidiyordum. Halkın festivale katılımı gerçekten de yüksekti, yürümeye başladığımdan bu yana denizci kostümleri ve el fenerleriyle şarkılar söyleyen büyük kalabalıkların arasından geçmiştim. Akıntıya karşı kürek çekercesine insan selinin aksi yöne gitmeye çalışıyordum… İskorpit, gece yarısı demişti… Ve bu gidişle asla doğru zamanda varamayacağım diye içim içimi yiyordu… Neyse ki, kestirme olduğunu varsaydığım birkaç ara sokak sonrasında limana çıkan daha sakin bir yol bulabildim. Burası merkeze göre çok daha tenhaydı. Ve eski püskü denizci kostümleriyle sırtlarında süslü bir kayık taşıyan bir grup denizci, festivale katılmak üzere maniler okuyarak şehir merkezine doğru ilerliyordu.
“Vay canına… Demek Sinop Belediyesi’nin ünlü Helesa kayığı bu...” Diye geçirdim içimden… Ve aceleyle yanlarından kıvrılmaya çalıştım. Lakin Helesa kayığının sözde tayfası gelin arabasının önünü kesen çocukları andırıyordu. Acelem olduğunu söyleyip kurtulmaya çalışırken denizcilerden beri bir mani patlattı.
“Gemi geldi duydunuz mu?
Selam verip aldınız mı?
Bu gemiyi tanıdınız mı?
Helesa yelesa
Heyemola yusa hop”
Sanırım bu, kayığa bir şey atmadan geçemezsin demekti…
Aceleyle adamı geçiştirmeye çalışırken, bir diğeri yolumu keserek maninin ikinci kısmını söylemeye başladı.
“Altımızda çürük minder
Altını üstüne dönder
Aman beyim bahşiş gönder
Helesa yelesa
Heyemola yusa hop!”
Anlaşılan festival görevlilerini kıramayacaktım? Bu sebeple çantamdaki tüm bozuk parayı şeflerine uzatıp, sözde denizcileri büyük bir aceleyle selamlayarak yoluma devam ettim. Uzaklaştıkça festival denizcilerinin sesi Karadeniz’in ılık rüzgârıyla dağılıyordu.
“Bir gemim var çift direkli
Tayfası aslan yürekli
Filikası çifte kürekli
Helesa yelesa
Heyemola yusa hop…”
Karanlıkta deniz kokusunu takip ederek birkaç sokak daha geçtim ancak Sinop Limanı’na vardığım an içimdeki heyecan devasa bir hayal kırıklığına dönüştü… Zira uykuya dalmış birkaç balıkçı teknesi ve mendirekteki deniz feneri dışında Sinop Limanı’nda en ufak bir yaşam belirtisi yoktu…
Duyduğum hayal kırıklığı karşısında önce iskorpiti suçladım… Ama kim rakı sofrasında tanıştığı bir balığın lafıyla bunca yolu teperdi ki? Bu defa İskorpitin değil de kendi zihnimin oyununa gelmiştim anlaşılan?
Ellerim ceplerimde limanı ardımda bırakarak geldiğim istikametin tersi yönde yürümeye başladım. Hayal kırıklığıyla adımlanmış birkaç sokağın ardından girdiğim caddenin başında yine neşeli bir kalabalık, ellerinde fenerle festival alanına doğru yürüyordu.
En azından Helesa coşkusu gece vakti bu sokakları arşınlamaya değer diye avunuyordum. Kalabalık yaklaştıkça üzerinde Sinop Belediyesi yazan başka bir filika da göstericilerin sırtında şehir merkezine doğru ilerliyordu. Artık festival pek ilgimi çekmiyordu, ellerim ceplerimde kalabalığın arasına karıştım. Bir yandan da
“Bu festivalde kaç kayık var böyle?” diye kendi kendime mırıldanıyordum.
Bu sırada yanı başımda duran bir belediye görevlisi şaşkınlıkla suratıma bakarak,
“Elbette bir tane!” diye homurdandı. “Saatlerdir onu bekliyoruz ya!”
Bir tane mi? İyi de festivalin filikası bu ise, az önce maniler okuyarak yanımdan geçen o denizcilerin taşıdığı filika neydi peki?
Belediye görevlisi, şaşkın şaşkın yüzüme bakarken sahil kayalıklarının arasında kırmızı bir iskorpitin su üzerinde gizlice beni izlediğini fark ettim, yine küçük bir ışık demeti içinde parıldıyor ve küçük pembe burnuyla bana ay ışığında parlayan Sinop Kalesi’ni gösteriyordu.
Şaşkınlıkla kaleye bakarken, o an ne dilediğimi bir kez daha hatırladım!
İskorpit, ardında hayali bir ışık demeti bırakarak karanlık sularda kayboldu, bense aceleyle yanından geçip gittiğim o koca yürekli denizcileri hayal ederek şehir merkezine doğru yürümeye devam ettim.