(Yazar tarafından yaklaşık iki buçuk yıl önce kaleme alınan "Özelleştirme ve Limanlar-1" ve "Özelleştirme ve Limanlar-2" yazılarının bir araya getirilmiş şekli olan bu yazı; güncel konular içermesi nedeniyle tekrar yayınlanmaktadır)
ERDEMİR gibi stratejik önemdeki büyük tesislerimizin, Mersin Limanı, İskenderun Limanı gibi büyük limanlarımızın özelleştirilmesine yönelik çalışmalara hız verilmesi; özelleştirme tartışmalarını da beraberinde getirdi.
Stratejik tesislerimiz küresel sermaye güçlerine teslim mi ediliyordu? Küresel rant ekonomisinin oyun alanı haline mi geliyorduk? Yoksa tesislerimizin rekabet edebilir ve verimli çalışmalarına yönelik bir iş mi yapılıyordu?
Bu görüşlerin hepsinin taraftarları var ve kendilerine göre haklı argümanlarla ortaya çıkıyorlar.
Ben de denizcilik alanındaki olaylara kafa yormaya çalışan bir kimse olarak kendi kendime şu sorunun cevabını aradım:
Bu liman özelleştirmeleri acaba gerçekten ülkemize yarar getirecek sistemli bir çalışmanın sonucunda yapılan olumlu bir iş midir; yoksa ülkemizin önemli altyapı yatırımları olan limanlar küresel rant ekonomisinin eline mi teslim edilmektedir?
Elbette bu sorunun yanıtı yukarıdaki birbirinin zıddı iki önermeden ibaret de olmayabilir. Her ikisinin belli oranlardaki bir bileşimi de olabilir.
Liman özelleştirmeleri ile ilgili gerçek verilere dayanan bir durum değerlendirmesi yaparak özelleştirme yoluyla ne gibi artılar ve ne gibi eksiler elde edeceğimizi bulup ona göre bir seçim yapmak tabii ki en akıllıca çözüm olacaktır.
Sizlere bu tür bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Liman özelleştirmelerini övmek veya yermek gibi bir kaygım yahut önyargım yok. Eğer ülkenin çıkarları (sadece ekonomik çıkarları değil) açısından özelleştirme bir çıkar yol ise, neden olmasın?
Özelleştirme nedir?
Özelleştirme, rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisinin babası sayılan Adam Smith'in öğretisinde köklerini bulur. İlk kez tanımı ise bu öğretiyi savunan Peter Drucker tarafından yapılmış. Siyasi hayatla tanışması nispeten çok yeni. İlk kez 1979 yılında İngiltere'de Margret Thatcher'in seçim programında yer almış ve Şili hariç tutulursa, ilk özelleştirme uygulamaları da yine bu ülkede gerçekleşmiş.
Özelleştirme; sözlük anlamı olarak "Kamu malını satarak mülkiyetinden çıkarmak" anlamına geliyor. [1] Ekonomik olarak ise, kamu sektörünün ekonomik hayattaki varlığını azaltmak amacıyla kamunun elindeki mal ve hizmetlerin mülkiyet ve yönetiminin özel sektöre devri şeklinde tanımlanıyor.
Özelleştirmeyi; ABD ve İngiltere’nin icadı olup dağılan Sovyet bloku ülkelerindeki ve gelişmekte olan ekonomilerin ellerindeki kamu şirketlerinin uluslar arası sermayenin eline geçmesini sağlamak için IMF ve Dünya bankasının denetiminde küresel kapitalizmin bir aracı olarak görenler de mevcut.[2]
Gerçekten de, özelleştirme ile ilgili nereye el atarsanız karşınıza iki kurum mutlaka çıkıyor: IMF ve Dünya Bankası. Bu iki kurum; ABD ve İngiltere'nin geri kalmış ülkelere ve dağılan Sovyet Bloku ülkelerine empoze ettikleri özelleştirme fikrinin adeta taşeronları gibi çalışmışlar.
Dünya Bankası: ve Özelleştirmenin 8 Altın kuralı
Küresel ölçekteki özelleştirme hareketinde önemli bir rol oynayan Dünya Bankası, deneyimlerden ortaya çıkardığını belirttiği "Özelleştirmenin 8 altın kuralını" şöyle sıralamakta[3]:
Özelleştirme en iyi sonucu etkinliği amaçlayan büyük bir reform programının bir parçası olduğunda verir: Yeni Zelanda, İngiltere, Meksika ve Şili örneklerinde özelleştirme başarılı oldu. Buralardaki özelleştirme hareketine açık pazar reformları, serbest giriş yoluyla özel sektörün kalkınmasının teşvik edilmesi gibi etkinlikler de eşlik etti. İlgili KİT'i en yüksek fiyattan satmak özelleştirmede birinci amaç değildir. Tekelin son erdirilmesi ve potansiyel rekabetçi faaliyetlerin önünün açılması düzenlenmemiş bir pazarda yüksek fiyatta satıştan çok daha iyidir. Aynı şey müşterinin refahı için gerekli düzenlemelerin yapılması konusunda da söylenebilir. Tekellerin özelleştirilmesinde başarılı olunması için yasal düzenleme yapmak kritik önem taşır: Şili Telekom'un satışında herkes kazanmıştır: -müşteriler, işçiler, hükümet, satın alanlar-ve şirketin üretim etkinliği iyi geliştirilen ve iyi yönetilen kanuni düzenlemeler sonucunda artmıştır. Ülkeler, varlıklarının mal sahipliğini koruyarak da yönetim özelleştirmesi yoluyla özelleştirme yapabilirler: Özel yatırımcılar açısından cazip olmayan sektörlerde yönetim anlaşmaları, kiralama ve hizmet özelleştirmeleri yöntemleri başarıyla uygulanmaktadır. Fildişi Sahilinde, su şirketinin kiralama yoluyla verilmesi teknik yeterliği arttırmış, yani hatların açılmasını sağlamış, faturaların ve alacakları toplanmasındaki etkinliği arttırmış ve bununla birlikte ülke dışından gelen çalışan sayısını da %70 oranında azaltmıştır. Büyük işletmelerin satışı büyük hazırlık gerektirir: Büyük işletmelerin özelleştirmesinde başarılı olmak için bunların rekabet edebilir ve pazarlanabilir birimlere bölünmesi gerekir (Doğu Almanya, Arjantin ve Meksika özelleştirmeleri) Ekonomik ve siyasi başarı için şeffaflık esastır: Meksika ve Filipinler rekabetçi ihale yöntemleri geliştirerek, ihalenin kabulünde objektif kriterler ortaya koyarak, bütün programın izlenmesinde bürokrasiyi en aza indirerek işletmelerin satışını şeffaflaştırdılar. Şeffaflıktan verilecek ödün siyasi zafiyet getirecektir; Polonya'daki özelleştirmenin başlangıcında olduğu gibi. Hükümetler, bir sosyal güvenlik ağı oluşturulmasına özel özen göstermelidirler: Tunus'ta cömert ayırım paketleri işçilerin kendi rızalarıyla ayrılmalarını teşvik etmiştir. Son zamanlarda Doğu Avrupa ve Orta Asya da görüldüğü gibi pek çok ülkede de özelleştirmenin sosyal maliyetini azaltmak üzere çalışanların işletmeleri satın alması programları, işsizlik yardımı, yeniden eğitme-işe alma programları yürürlüğe konulmuştur. Eski sosyalist ekonomiler rekabeti teşvik eden bütün olası yöntemlerle özelleştirilmelidirler. Herhangi bir ekonomideki özel sektör-kamu sektörü bileşimini değiştirirken, yeni özel girişimcilerin ortaya çıkmasını sağlamak özelleştirmeden daha önemli olabilir: Kore’de olduğu gibi ve şimdilerde Çin’de de yaşanmakta olduğu gibi, ülkeler kamu şirketlerini özelleştirmeksizin dondurabilir veya büyümelerini kısıtlayabilir ve serbest giriş yoluyla dinamik bir özel sektörün gelişmesini teşvik edebilirler.Ne oldu da KİT’leri bu hale getirdik?
KİT’ler aslında Türkiye’ye özgü kuruluşlar değiller. Dünyada pek çok gelişmiş ülkenin kalkınmasında başrolü oynamışlar.
Örneğin; 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının canlanması özel sektörle değil; devlet şirketleriyle olmuş.
Japonya ve Güney Kore’nin bugünkü güçlü yapıya ulaşmaları KİT’ler sayesinde olmuş.
Ünlü Rothschilds Bankası'nın özelleştirme ekibi başkanı ve küresel özelleştirme kampanyasının fikir babası Oliver Letwin bile "Devlet sektörü ve özel sektör, çeşitli görünümlerde, ta tarihin başından beri birlikte var olmuşlardır” itirafında bulunmuş[4] .
Ülkemizde ise; 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar doğrultusunda yapılan liberal ekonomi deneyimleri başarısız olunca; 1930’lu yıllarda devletçi ekonomiye dönülmüş. Bu dönemde ülkemizin ilk KİT’i olan Sümerbank 1933 yılında kurulmuş. Bunu diğerleri takip etmiş ve KİT’ler uzun yıllar milli ekonomiye başarıyla hizmet etmişler.
KİT’lerin bozularak ekonomiye yük olmaya başlamaları ile dünyadaki özelleştirme rüzgarı ne ilginçtir ki aynı tarihlere denk düşüyor.
Dünyada özelleştirme rüzgârları 1980 sonrasında hızlı esmeye başlıyor. Ülkemizde ise bu yıllarda önce demokrasi kesintiye uğruyor; daha sonra 1983 yılında liberal bir iktidara yerini bırakıyor.
KİT’lerin bozulması, zarar etmesi işte bu dönemden sonra hızlanıyor.
O kadar ki; Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 5 Temmuz 1994 tarihinde, bu konuda şunları söylüyor:
"KİT'leri 1980 yılında pırıl pırıl bırakmıştık. 1991 yılında iktidarı devraldığımızda tanınmaz halde bulduk... Bu güzelim tesislerin 1987 yılına kadar zararı yoktu."
1987 yılına kadar zarar etmeyen KİT’ler; bu dönemden sonra özelleştirme rüzgarına teslim oluyor ve sanki gözden çıkarılmış gibi yeni sahiplerini beklemeye başlıyorlar.
Bir de tabii KİT’lerin verimli çalışmadığı iddiası var.
Oysa ülkeye en büyük zararı veren “batan şirketler” içerisinde neredeyse tamamını özel sektör kuruluşları oluşturuyor.
Ülkemize en büyük mali depremleri yaşatan; çeşitli varsayımlara göre 50 Milyar Amerikan Dolarına yakın ekonomiye yük oluşturan “batık bankalar” ın hepsi de özel kuruluşlardı.
Zor durumda kalan bazı devlet bankaları da yine o dönemde özel kuruluşlara verdikleri ve geri dönmeyen krediler yüzünden zorluklar yaşamışlardı.
Demek ki bir kuruluşun “batması” veya “ekonomiye büyük yük” getirmesi için ille de KİT olması gerekmiyor. Özel kuruluşlar da iyi yönetilemeyebiliyorlar veya asıl amacı dışında çeşitli nedenlerle kullanılabiliyorlar.
Gelelim “KİT’leri neden bu hale getirdik” sorusunun cevabına.
Bu sorunun cevabı aslında biraz karmaşık.
Çünkü; daha önce de değindiğimiz gibi KİT’lerin durumu esas itibariyle 1990 sonrası bozuldu.
KİT’lere ne oldu sorusunun cevabını biraz da bu dönemin ekonomik politikaları ve bu politikaların oluşturulmasında en önemli etkenlerden bir tanesi olan Türkiye-Dünya Bankası-IMF ilişkilerini irdeleyerek incelemekte fayda vardır.
İçinde Türkiye'nin de bulunduğu "kalkınmakta olan ülkeler"in 1980 yılında toplam dış borcu 658 milyar dolardı. 15 yıl sonra, yani 1994 yılı sonu itibariyle bu miktar bir trilyon dokuz yüz kırk beş milyar dolara çıkmıştır[5]. Yani hemen hemen üç katına çıkmıştır.
Bu noktada IMF Nedir? Başlığı altında kısaca IMF’ye ve daha sonra da Türkiye-IMF İlişkileri’ne kısaca bir göz atmakta yarar görüyorum.
IMF (Uluslararası Para Fonu) Nedir[6]?
İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde, Birleşmiş Milletler'in yanısıra Uluslararası Para Fonu günümüzde Dünya Bankası olarak bilinen Uluslararası Yatırım ve Kalkınma Bankası [International Bank for Reconstruction and Development, IBRD] Bretton Woods'ta toplanan konferansta kurulan önemli uluslararası ekonomik örgütlerdi. IBRD (Dünya Bankası) savaşta yıkılmış Avrupa'nın yeniden inşasının finanse edilmesine ve dünyanın en yoksul ülkelerinin kalkınmalarına yardım etmek üzere kurulmuştu. IMF'nin görevi ise egemen devletleri kendi parasal, mali ve uluslararası yatırım politikalarında serbest bırakırken küresel ticareti teşvik etmek üzere konvertibil ulusal paralara dayanan uluslararası para sisteminin düzenlenmesiydi. Dikkat çekicidir ki Uluslararası Ticaret Örgütü [International Trade Organization, ITO] kurulmasına yönelik çabalar başarısız kalmış, geriye bunun "minimalisti" Genel Tarife ve Ticaret Anlaşması'nı (GATT) kalıntı olarak bırakmıştır. Ancak bunların tümü 50 yıldan daha fazla bir zaman önceydi. IMF bugün uluslararası ekonomik sistemin "liberalize edilmesi" veya deregüle edilmesi çabalarının "gözlemcisi" haline gelmiştir.
IMF 20 yıldan beri sorunlu üçüncü dünya ülkelerine aynı ilacı tavsiye etmektedir:
Parasal sıkılık: faiz oranlarını yerel paranın değerini istikrarlı kılmak için gerekli olan seviyeye yükseltmek için para arzını daraltmak Mali sıkılık: dramatik bir şekilde toplanan vergileri arttırmak ve hükümet harcamalarını düşürmek Özelleştirme: Kamu girişimlerinin özel sektöre satılması Finansal liberalizasyon : Uluslararası sermaye girişi ve çıkışı önündeki engelleri olduğu kadar, yabancı şirket ve bankaların almaya, sahip olmaya ve işletmeye yetkili oldukları önündeki kısıtların kaldırılması.Ancak hükümetler bu "yapısal uyum anlaşmasını" imzaladıklarında, IMF, vadesi gelen ve aksi takdirde ödenemeyecek olan uluslararası borçların ödenmesine yetecek kadar bir parayı ödünç vermeye razı olur. Yeni kredilerin verilmesi de dâhil olmak üzere, bir ülkenin borçlarını özel uluslararası kreditörlerle birlikte yeniden düzenler.
IMF’nin ülkelerin ekonomilerine reel bir katkıda bulunup bulunmadığı çok tartışılan bir konu. Örneğin; Yugoslavya’nın çöküşü ve parçalanmasını IMF’nin bu ülkeye uyguladığı “şok tedavi” ye bağlayan batılı uzmanlar var. Dış borçları 1970’ten 1980’e on kat artan Yugoslavya’da, 1980’lerin sonlarında IMF tarafından uygulattırılan "şok tedavisi” ile işçi ücretlerini dondurmak, devalüasyon, ve özelleştirme gibi önlemler alındı ve sonuç; Yugoslavya’nın sonu oldu.
IMF nedir’e cevap ararken; “ne değildir” konusunda Milliyet gazetesinde 10 Aralık 2000 tarihinde yayınlanmış bir yazı gözüme ilişti. Ahmet Turan Altıner imzalı bu yazıya göre; bakın IMF ne değil:
Demokratik değil (182 üye devlet içinde ABD en çok oya sahip, istediğini veto edebilir; öte yandan, 45 Afrika devleti örgüte üye iken oy oranları ancak yüzde beş) Kurtarıcı değil (ödeme güçlüğüne düşen ülkeleri zoraki tasarrufa, endüstrilerini özelleştirmeye, kaynaklarını yabancı sermayeye açılmaya zorlar; bunların sonucunda, yoksulların ücretleri, sağlığı, eğitimi kötüleşir)Adil değil (örneğin, Batılı kaynağa göre, Afrika ülkeleri sağlığa ayırdıkları paranın dört katını IMF’ye faiz olarak ödüyorken Afrikalılar dünyadaki AIDS virüsü taşıyanların yüzde 66’sını oluşturuyor)IMF’ye Karşı Çıkanlar Neler Söylüyorlar?
IMF’ye karşı çıkanların hangi argümanları kullandıkları konusunda yaptığım araştırmada pek çok fikirle karşılaştım. Bu konud Internet kaynaklarından ulaştığım Michael Albert, Elaine Bernard, Peter Bohmer, Jeremy Brecher, Dorothy Guellec, Rohin Hannel, Russell Mokhiber, Mark Weisbrot ve Robert Weisman'ın çalışmasını ilginç buldum. Burada ükemizin ekonomik politikalarıyla da bazı benzeşimler dikkatimi çekti. Aşağıya alıyorum:
IMF’nin ekonomiye etkileri konusunda tahmin edilebilir sonuçlar daima felaketvari olmuştur. Sıkı para politikası ve sınırsız yükselen faz oranları yalnızca üretken yatırımları durdurmakla, tasarrufları uzun vadeli yatırımlar yerine kısa vadeli finansal yatırımlara yönlendirmekle kalmaz, sıradan faaliyetlerini dahi devam ettirebilmek için pek çok şirketin aydan aya borçlanmasını gerektirir.
Bu işsizliği besler ve üretimi ve böylece de geliri düşürür.
Mali sıkılık --vergilerin arttırılması ve hükümet harcamalarının düşürülmesi-- toplam talebi daha da daraltır, keza üretimde azalmaya ve işsizlikte artışa yol açar.
Benzer şekilde, ortadan kaldırılan hükümet harcamalarından herhangi birisi eğer aslında insanların yaşantılarını iyileştiriyorsa, o zaman bu programlardaki azalmalar bu faydaları ortadan kaldıracaktır. Kamusal hizmetlerin, ulaşımın, ve bankaların özelleştirilmesine daima işten çıkarmalar eşlik eder. Uzun dönemde üretkenliğin ve etkinliğin artıp artmayacağı ise kamu teşebbüsünün ilk başta ne kadar kötü işletildiğine dayanır --tabii özelleştirme operasyonunun bir gelişme olduğu ispatlanırsa eğer.
"Yapısal uyum"un, kendi terimleriyle bile, en çok göze batan etkinsizliklerinden [randıman düşüklüğü] birisi ise kamu sektörü bütçesini azaltmaktaki aceleciliğindedir; IMF, kötü veya iyi işletilen kamusal işletmeler arasında ayırım yapmak için pek az bir zaman ayırır. Özelleştirme için yürüttüğü kutsal seferinde, IMF etkin kamusal işletmeleri, yönetici siyasi partilerin politik destekçilerine ve akrabalarına şişkin ücretler öderken kamuya kötü hizmet sunan "beyaz filler"le rutin bir şekilde bir arada toplar. Özel sektörün (kamu işletmesinin) yerini almasının daha da kötü olabileceğini IMF asla dikkate almaz.
Uluslararası sermaye akışları üstündeki kısıtlamaların aceleyle kaldırılması, zengin vatandaşların ve uluslararası yatırımcıların servetlerini yurt dışına çıkarmalarını kolaylaştırır; yani "sermaye kontrolleri"nin kaldırılması sermaye kaçışını kolaylaştırır, üretken yatırımları, üretimi, geliri ve istihdamı daha da azaltır. Sermaye kontrollerinin kaldırılması dahası, "bulaşma" [ing. contagion] hastalığı dahil olmak üzere, yerel ekonomiyi küresel sermaye hareketliliğinin belirsiz değişimlerine maruz bırakır.
IMF’nin ülke ekonomilerine zarar verdiğini iddia edenlerin görüşleri böyle. Bir de IMF’nin yararlarını ileri sürenlerin görüşlerine bakalım.
IMF Yararları Konusunda neler söyleniyor?
IMF'nin temel yararı; yapısal değişim veya istikrar programları yürütülmesinde hükümetlere destek olması olarak görünüyor. Bu destek teknik destek olmasının yanında genelde acı reçeteler içeren ekonomik politikaların taviz vermeden yürütülmesi için hükümetlerin elini kuvvetlendiren bir araç olarak da işlev görebiliyor.
Türkiye-IMF İlişkileri
Dr. İbrahim TURHAN ve Dr. İbrahim GÜNDÜZ tarafından hazırlanan ve MÜSİAD tarafından yayınlanan “Türkiye IMF İlişkileri Kronolojisi” adlı kitaptan kısaca Türkiye-IMF ilişkilerinin tarihçesini öğreniyoruz:
Eylül 1946 tarihinde IMF’ye üye olma hazırlıklarını yürüten Recep Peker hükümeti; %53,6 lık oranla Cumhuriyet tarihimizin ilk önemli devalüasyonunu da yapıyor. Nisan 1947’de ise Türkiye IMF üyesi oluyor. 1958 yılında ise IMF’nin baskısı ile dövize ek vergi konulmasıyla fiilen %69 luk devalüasyon gerçekleştiriliyor. 1 Ocak 1961’de IMF ile ilk stand-by anlaşması yapılıyor. 1962 ve 1963 yıllarında yeniden stand-by anlaşmaları yapılıyor. Stand-by anlaşmaları 1970 yılına kadar her yıl yapılıyor. 1970 yılında ise TL %40 oranında devalüe edilirken; stand-by anlaşması da yenileniyor. 1977 yılında %10; 1978 yılında %30 devalüasyona gidiliyor; bu arada IMF ile stand-by anlaşmalarına devam ediliyor. 1980’lerde ise serbest kur uygulamasına geçiliyor. Döviz kurları günlük olarak ayarlanmaya başlıyor. Eylül 1987’de Kara Pazartesi olarak adlandırılan olayda New York Borsası çöküyor ve gelişmiş ekonomiler krizle tanışıyor. Kasım 1988’de Türkiye’de faiz oranları serbest bırakılıyor. Bu yıl aynı zamanda Türkiye için IMF’siz dönem başlıyor. 1990’lı yıllar Türkiye’de ekonomik dalgalanma ve kriz yılları oluyor. Dönemin başında TL konvertibiliteye geçiliyor. 1991 yılında SSCB tarihe karışırken; eski SSCB Cumhuriyetlerinin pek çoğu IMF üyesi oluyor. Ve nihayet; Haziran 1992^’de Rusya da IMF üyesi oluyor ve ilk stand-by anlaşmasını imzalayarak kredi alıyor. Ocak-Şubat 1994’te Türkiye’de büyük bir ekonomik kriz yaşanıyor. TL iki ayda %60 değer kaybediyor. Nisan 1994’te %30 devalüasyon daha oluyor. IMF ile kredi anlaşmaları yapılırken; KİT’lerin bütçe dışı borçlanmalarına sınır getiriliyor. Haziran 1998’de IMF ile daha yakın ilişki içine giriyoruz. Yakın İzleme Anlaşması ile “Staff Monitored Program” başlıyor. Artık IMF görevlileri bizi daha yakından izlemeye başlıyor. 1999’da 3 yıllık stand-by anlaşması yapılıyor. Ağustos 2000’de özelleştirme ile ilgili beklentilerin zayıflaması sonrası Kasım 2000’de Türkiye; likidite krizi yaşıyor. Gecelik faizler %5000’leri görüyor. Şubat 2001’de çıpalı kur sisteminden vazgeçildi; TL serbest dalgalanmaya bırakıldı. IMF Direktörü Kohler; serbest dalgalanmayı desteklediklerini açıkladı. Ekonominin kontrolsüz bir şekilde dalgalanmasının ardından; Mart 2001’de ekonomi Kemal Derviş’e teslim ediliyor; “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programı açıklanıyor. Derviş 2002 ağustos’unda istifa ediyor. Kasım 2002’de Genel Seçimlere gidiliyor.Özelleştirme konusuna girerken önce dilerseniz, özelleştirmeye karşı olanların hangi argümanları kullandığına bir bakalım:
Özelleştirmeye karşı olanların öne sürdükleri tezler:
Limanlar stratejik önemde yatırımlardır; özelleştirilmemelidir.
Limanlar stratejik önemde yatırımlardır; özelleştirilmeli ancak yabancılara satılmamalıdır. Limanlar vatandır; vatan satılmaz. Devletin otel, mandıra, ayakkabı işletmesi gibi işletmelerden çekilmesi normaldir; ancak ulusal çıkarlar gereği, demir-çelik tesisleri PETKİM, limanlar devlet tarafından yönetilmeli.[1] Limanların uluslararası sermayenin eline geçmesi demek, Türkiye’nin egemenlik haklarının tehlikeye düşmesi demektir. Kaldı ki limanların özelleştirilmesinin sakıncaları, geçmişteki örneklerinden anlaşılmıştır. Bu limanların tamamı ekonomik değerini yitirmiş, ülkeye katkıları sıfırlanmıştır.[2] Ekonomik alanda dengeleri oluşturan kar güdüsünden uzak araştırma ve geliştirmeye kaynak ayıran devlet tekellerinin yerini özel sektör tekelleri almakta bunlar kartelleşmekte kar dürtüsü ile fiyatları sürekli yukarı çekmektedirler.[3] Özelleştirme mutlak gereklilik değildir; sadece rant ekonomisinin ayrılmaz bir parçasıdır.[4]Özelleştirme Taraftarlarının tutundukları tezler:
Özelleştirme tarafında olanlar ise şu özelleştirmenin gereğini şöyle açıklıyorlar[5]:
Özelleştirme ile liman hizmetlerinin etkinliği ve verimliliği artacak. Özelleştirme ile liman kolaylıkları ve kaynaklarının azami kapasite kullanımı sağlanacak, Özelleştirme ile ulusal ve bölgesel rekabet artacak, Özelleştirme finansal bağımsızlık sağlayacak Özelleştirme bürokrasiyi azaltacak, Özelleştirme liman üstyapı ve altyapı yatırım gereksinimlerini karşılayarak limanların teknolojik gelişmelere ve modern işletme tekniklerine uygun olarak işletilmesini ve yönetilmesini sağlayacak; Özelleştirme bölgesel ve ulusal ekonomiye katkıda bulunacak, Özelleştirme sanayinin ve yan sanayinin gelişmesine katkıda bulunacak.Özelleştirme Master Planı
Özelleştirme konusuna kafa yormaya başladığımdan itibaren mantığım bana hep özelleştirmeden arzu edilen yararın sağlanabilmesi için bir özelleştirme master planının yapılmış olması gerektiğini söylüyordu. Ben de bu amaçla ülkemizde bir özelleştirme master planı yapılmış olup olmadığını araştırdım.
Sonuç: Evet, bir özelleştirme master planımız mevcut.
Özelleştirme uygulamalarının stratejik bir plana dayandırılması amacıyla, 1985 yılında, amaçların, önceliklerin, kapsamın ve termin planının belirlendiği bir stratejinin oluşturulması gereğinden hareketle Devlet Planlama Teşkilatı tarafından Özelleştirme Ana Planı hazırlatılmasına karar verilmiş.
Açılan uluslararası ihale sonucunda, Morgan Guaranty Trust Company of New York firması, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Sınai Yatırım ve Kredi Bankası, Yatırım Finansman A.Ş. ve Price Waterhouse/Muhaş A.Ş. ile birlikte Özelleştirme Ana Planı hazırlamakla görevlendirilmişler.
Özelleştirme Ana Planı kapsamında, öncelikle Türkiye şartlarında özelleştirmenin amaçları öncelik sırasına göre şu şekilde belirlenmiş[6];
1. Pazar güçlerinin ekonomiyi harekete geçirmesine imkan verilmesi,
2. Verimliliğin ve randımanın artırılması,
3. Malların ve hizmetlerin kalite, miktar ve çeşitliliğinin artırılması,
4. Halka açık şirketlerin teşvik edilmesi,
5. Sermaye piyasalarının geliştirilmesinin hızlandırılması,
6. Hazinenin KİT'lere sağladığı mali desteğin asgariye indirilmesi,
7. KİT'ler tarafından uygulanan tekelci fiyatlandırma ve dolaylı vergilendirmenin azaltılması,
8. Kamu görevlilerinin politika ve yönetmelik konularında çalışmalarına izin verilmesi,
9. Modern teknoloji ve yönetim tekniklerinin cezbedilmesi,
10. Çalışanlara hisse senedi vermek suretiyle iş verimliliğinin artırılması,
11. Kamu ve özel sektör kuruluşları arasındaki dengenin değiştirilmesi,
12. Yabancı yatırımlarla uluslararası ekonomik ve politik bağların kuvvetlendirilmesi,
13. Mevcut sermaye yatırımlarındaki iç karlılığın artırılması ve
14. Devlete gelir sağlanması.
Ayrıca Plan'da, KİT'lerde 657 sayılı Kanuna tabi olarak çalışan personelin maaşlarının teşvik unsurlarıyla ilişkilendirilmesi ve bu personelin devlet memuru niteliğinden çıkarılarak özel firmalardakine benzer bir personel rejiminin oluşturulmasına, fiyat kontrollerinin kaldırılmasına ve KİT borçları üzerindeki devlet garantilerinin alacaklılarla yapılacak anlaşmalar çerçevesinde kaldırılmasına garantilerin devam etmesi halinde bu garantilere karşılık Hazine tarafından bir komisyon alınmasına yönelik diğer yasal düzenlemeler de önerilmektedir[7].
Yukarıdaki öncelikli özelleştirme hedeflerine baktığımızda; bugünkü özellştirme mantığının o zamanlar hedeflenenden bir ölçüde farklılaştığını söyleyebiliriz.
Başlangıçta en son öncelik olarak belirlenen “devlete gelir sağlanması” bugün 1. öncelik halini almış.
Başlangıçta hedeflenen “çalışanlara hisse senedi verilmesi” konusunu ise bugün hatırlayan yok. Sermayenin tabana yayılmasından söz eden yok.
Böylece, örneğin Telekom özelleştirmesinde; Türk girişimci grubu yerine vadeli olarak biraz daha fazla veren Arap asıllı gruba özelleştirme yapılmış.
Çalışanlar ise bırakın hisse senedi verilmesini tamamen göz ardı edilmiş durumdalar.
Gerçi yukarıdaki “özelleştirme master planı” nın günümüzdeki geçerliliğinden ben emin değilim. Bizde planlar çoklukla adet yerini bulsun diye hazırlanan luzumsuz ayrıntılar halindedir. Bunun için plana ihtiyacımız olduğunda önce uygulatmak için başkalarını çağırırız.
Sayın Kemal Derviş’i çağırdığımız gibi.
IMF ve Dünya Bankası ile özelleştirme hareketinin yakın ilgisine değinmişken; Sayın Kemal Derviş’in Dünya Bankası geçmişinden sonra Türkiye’ye gelerek ekonomide yeniden yapılanma hareketinin başına geçirilmesi; daha sonra çeşitli siyasal manevralarla ülke siyasetindeki belirgin değişmeler ve bugün özelleştirmelerde gelinen nokta ve bir türlü akıl ermeyen cari açık-enflasyon-ucuz döviz denklemi arasında ilişki kuracak ekonomistlerimiz yok mu?
*****
Geçtiğimiz ay Ataköy Marina'da Denizciler Dayanışma Derneği'nin ev sahipliğini yaptığı gerçekleştirilen Dünya Denizde Can Kurtarma Teşkilatları Kuruluşları kongresinde karşılaştığımız ve daha önceden kılavuz kaptan olup bugünlerde Avrupa Deniz Güvenliği Örgütünde (EMSA) görevli bir İspanyol meslektaşımla Küba’da yapılacak IMPA 2006 Genel Kurulu’nu da konuştuk. Kendisi pek çok kereler Küba’da bulunmuş bir kişi olarak bana; “İnşallah bu kongre yapıldığında Fidel Castro hayatta olur ve sen de Küba’yı görürsün” dedi.
“Fidel Kastro’dan sonra Küba’da ne değişecek ki?” diye sorduğumda ise meslektaşım açıkladı.
“Küba şu anda bizler için çok farklı bir ülke. Çok zengin ya da çok yoksul yok. Herkes hemen hemen eşit zenginlikte. Sokaklarda araba pek yok. Çoklukla toplu taşım araçları var. Onun için insanlar kapitalizm’in esası olan para’nın gücüne henüz tapmıyorlar. Para orada şimdilerde hiç önemli değil. Biz Avrupalıların alışkın olmadığı bir şey bu. Castro’dan sonra Küba muhtemelen karışacak ve kapitalizm burayı da fethedecek. Onun için Castro hayatta iken Küba’yı görmeni isterim” dedi.
*****
Bu anekdotu anlatmamın nedeni şu:
Sosyal olaylar, matematik bilimler gibi dört işlemle açıklanamaz.
Dolayısıyla; sosyal olaylarda çoğu kez neyin doğru neyin yanlış olduğu; bir başka söylemle neyin daha iyi neyin daha kötü olduğu; zamana, mekâna ve insanların tercihlerine göre değişir.
Örneğin; kapitalizm bir sistemdir. Sosyalizm de bir sistemdir.
Bu iki sistem için şu daha iyidir; yok şu daha da iyidir şeklinde bir karşılaştırma yapmak aslında çok anlamlı değildir.
Çünkü burada toplumsal tercihler önem taşır. Toplumsal tercihler de zaman içerisinde çok değişik etkilenmelerle şekillenir.
Ama eğer ölçü insanların mutlu yaşayacağı bir sistemi bulmak ise; her iki sistemde de yeterince mutsuz insan bulabileceğinizden emin olabilirsiniz.
*****
Liman özelleştirmeleri de bundan çok farklı değil.
Kamunun elindeki limanlar mutlaka kötü işletilir; veyahut bunun tersi; özel sektörün elinde limanların olması mutlaka daha iyidir şeklinde kesin çizgilerle ayrılmış doğru-yanlış ikilemine saplanıp kalmak yerine; her iki durumda da sistemi en iyi işletmek için nelerin yapılması gerektiğini tartışmak daha pozitif bir yaklaşım olacaktır.
Dünyada kamunun elinde olan ve son derece iyi işleyen limanlar olduğu gibi (Örnek: Singapur limanı), özel sektörün elinde olup son derece kötü işletilen limanlar mevcuttur (Örnek: Guatemala).
Burada yapılan d